4 Ağustos 2015 Salı

 Ana akım sinemanın temelleri ile oynarken, avrupa sinemacıları da sanat parçalarken seyirciler şaşkınlık içinde onları izliyordu. Batı sinemada devrim yaparken herkes doğu susuyor sanıyordu. Halbuki doğu hepsinden çok daha fazla bağırıyordu; resmen çığlık atıyordu. Gözünü batıya dikmiş seyirci, doğunun filmlerini görmedi. Zaten sorun şu ki; Doğu filmlerini göstermeyi bir türlü başaramıyordu. İşte ana sıkıntı buydu; Ana Akım ve Avrupa sinemacıları çatır çatır film yaparken doğu sinemacıları resmen film yapmak için takla atıyordu. Yaptıkları filmleri de göstermek için binbir türlü oyunla uğraşıyorlardı. Avrupalı yönetmenler keyiflerinin resimlerini çizerken doğulu yönetmenler neden filmleri yayınlayamadıklarının resmini çizmeyi tercih etti. Zaten başka bir konuya değinselerdi saçma olurdu. İşte burada değinmek istediğim konu şu: Doğunun; kayıp toprakların önemli sinemacıları.

 Hepimiz biliyoruz ki doğuda yaşam insanlar için çok zor. Ülkelerin ekonomik sıkıntıları bir yana, ahlaki baskılar yüzünden zorlaşan bir yaşam ile mücadele ediyor insanlar. Bu zorlukların arasından çıkıp, yaşadıklarını anlatmak isteyen cesur yönetmenler oldu. Bunların ilki tabii ki Asghar Fahradi'dir. Avrupa'da da film yapmış olmasına rağmen filmlerinde hep bir doğu karakteri vardır. Bizzat İran'da yaptığı filmlerinde ise, bunların başını Darbareye Elly çeker, hep İran'ın esasında sevgi dolu insanlardan oluştuğunu göstermeye çalışır. Filmi izlerken burası nasıl olur da İran diyor insan. Fahradi ülkesinin insanlarının esasında güzel insanlar olduklarını, sevgi dolu olduklarını anlatmaya çalışıyor. Kendisinin ülkesini ne kadar sevdiğini Nadir ile Simin: Bir Ayrılık adlı filmi ile aldığı Oscar ödülü için yaptığı konuşmasından çok iyi bir şekilde anlayabiliyoruz: "Bizler önemli bir ödül aldığımız için mutlu değiliz. Ama bir taraftan savaş çağrıları yapılırken, yabancılaştırma olurken, siyasetçiler birbirleriyle kavga ederken ve İran ülkesinin ismiyle müstesna kültürü unutulmuşken, bu ödülü kazanmış olmak ve adımızı duyurmak bizi mutlu ediyor. Ülkemin halkı bütün medeniyetlere saygı duyar ve düşmanlığı karşıdır."




 2. çığlık: Abbas Kiyarüstemi tabii ki. Godard'ın hakkında "sinema Griffith ile başlar Kiyarüstemi ile biter" dediği kişidir. İran sinemasının tanınmasını sağlayan kişi de sayılabilir. Şiirsel anlatımı ve de sürekli araba içinde geçen filmleri ile birazcık sıkıyor da olsa komşuda böyle bir yönetmen olması gurur verici. Kirazın Tadı adlı filmi ile herkesin diline düşen Abbas, İran'ın çığlıklarından sadece biridir, izlenmelidir. 3. çığlık ise Bahman Ghobadi'dir. Kaplumbağalar da Uçabilir'i hala izlemediyseniz hemen ekran başına. Kendisinin Kimse İran Kedilerinden Bahsetmiyor adlı filmini internette paylaşan bir kişi filmin yanına bir de şöyle bir not düşmüştür: "Bu filmi paylaşıyorum çünkü İran'da sinemada gösterilmesi yasak, istediğiniz kadar paylaşın. Yalnız iki şey istiyorum biri büyükçe bir ekranda iyi bir ses sistemiyle izleyin, ikincisi paylaşıyorum çünkü filmde anlattığım gibi çocuklar var ya onlar gibilerini gördüğünüzde lütfen ellerinden tutun.. Çünkü İran'ın kurtuluşu onların elinde, sanatçıların elinde." Bahman filmlerinde İran'ın bütün kötü yanlarını göstermeye çalışır. Özellikle filmlerinde oynattığı kişiler esasında kendi gerçeklerini yansıtmaktadırlar. Oynattığı küçük çocuklar çok cesurdur, İran'ın halinin net birer portresini oluştururlar.

 4. çığlık, Yusuf Şahin. İran'a tekrar geri dönücem ama önce Mısır'a sert bir giriş yapıyorum. Yusuf Şahin de aynı İranlı yönetmenler gibi ülkesinin vahimiyetini gözler önüne sermeye çalışan, bunu sert ve imgesel yapan biridir. Kahire İstasyonu, Mısır'ın sosyal durumunu en güzel anlattığı filmlerinden biridir. Mısır'da dönemin en hassas konularına parmak basan Yusuf, genellikle filmlerinde toplumsal algıları ve ahlaki sorunları sürekli vurgulayarak içinde bulundukları durumu izah etmeye çalışmıştır. 5. çığlık, hepsinden çok daha uzakta olan biri; Satyajit Ray. Hindistan denince akla Bollywood gelmektedir lakin Ray onlardan çok daha farklı bir konumdadır, hatta Hindistan sinemasının en üst mertebesidir. Filmlerinde ülkenin toplumsal sorunlarını gözümüze gözümüze sokar. Özellikle Apu üçlemesi Hindistan'da sinemanın kilometre taşı olmuştur. Yol Türküsü adlı filmini izlemediyseniz, ki çok fazla bilen yoktur, buyrun ekran başına. Babası gurbete para kazanmaya giden Apu'nun yoksulluk içinde Annesi, kardeşi ve yaşlı halası ile hayatta kalma mücadelesini anlatmaktadır Yol Türküsü.




 O zaman tekrar İran'a bir geri dönüş yapalım ve özellikle bahsetmek istediğim bir çığlığa değinelim: 6. çığlık, Cafer Penahi. Neden kendisine özellikle değinmek istiyorum? Çünkü İran devleti kendisine ev hapsi verdi ve 20 yıl film yapmayı, yazmayı yasaklamıştır. Ne için? İran insanlarının isteklerini, haklarını filmlerinde gösterdiği için. Ofsayt adlı 2006 yapımı filmi, kadınların stadyumlara giriş yasağını anlatmaktadır. İran 2006 Dünya Kupasına kalabilmek için son maça çıkacaktır; futbol fanatiği olan kızımız da yasağa rağmen illa ki maça gidecektir. Çare erkek kılığına girip maça girmektir... Penahi, rejim karşıtı bir film yaptığı şüphesiyle İran hükümeti tarafından eve mahküm bırakılmıştır. Eve hapsolmasından sonra 61. Berlin Film Festivalindeki jüriliğini yapamayan Penahi, o gün orada çok duygusal bir mektup ile anılmıştır: "Diktatörlüklerin hayalleri de yasaklayabileceğini gördük. Beni sessizliğe mahkum ettiler. Görmemeye, düşünmemeye, film yapmamaya mahkum ettiler. Beni gerçeğin katı dünyasına mahkum ettiler, artık rüyalarıma sizlerin filmleriyle bakacağım." Ama sinema öyle bir aşk ki, Cafer Penahi evinde hala senaryo yazıyor ve ulusal yarışmalarda ödül almaya devam ediyor. O, İran'daki kısıtlamaları sinemaya aktararak çığlık atan diğer cesur ve öncü sanatçılardan biri.

 7. çığlık, son isim, Haifaa Al-Mansour. Haifaa neden yazımda yer alıyor? Çünkü Haifaa, Suudi Arabistan'ın ilk kadın yönetmeni hatta Suudi Arabistan'da çekilen uzun metrajlı filmin sahibidir. Ülkesinde film çekmek ve göstermek yasak olmasına rağmen film çekmiş ve bunu gösterime sokabilmiş büyük bir çığlıktır kendisi. Yaptığı Wadjda adlı film ile büyük ses getirmeyi başardı. Filmde, 11 yaşındaki Wadjda'nın istediği bisikleti almak için verdiği mücadeleyi izliyoruz. Esasında Wadjda, Arabistan'ın toplumuna ters bir kızdır. Gezmek, eğlenmek, araştırmak isteyen meraklı ve sevimli bir kızdır. Bir gün oyuncakçıda karşılaştığı bisikleti almak ister ama hem parası yoktur hem de Arabistan'da kızların bisiklete binmesi hoş karşılanmamaktadır. Buna rağmen Wadjda pes etmeyecektir ve bisiklet parasını kazanmak için okulun düzenlediği Kur'an okuma yarışmasına katılacaktır. Arabistan'ın kadına bakış açısını 11 yaşındaki Wadjda ile anlatan Haifaa, sırf bu filmi yaptığı için bile gayrı resmi olarak intihar etmiş sayılır.



 Ana akım gişe, Avrupa sanat yaparken doğu, toplumsal sorunlara odaklanmıştı. Onların sorunları maddi değildi. Onların sorunları tinseldi. Cesur yönetmenlerin önderliğinde ülkelerinin sosyo-ekonomik sıkıntıları ve manevi sorunları perdeye yansıtıldı. Bir Bahman Ghobadi filmi izleyince ya da Cafer Penahi filmi izlediğinizde İran'ın temel sorunlarını açıkça görebiliyorsunuz. Esasında bu yazının sonunda şöyle bir soru sormak gerek. Ülkesinde sorunları olan tek ülke İran mı? Neden bizim ülkemiz 'toplumsal gerçekçilik' ilkesini fazla benimsemiyor. Bizde her şey harika mı? Bizim yönetmelerimiz de biraz cesur olsa, birazcık gerçekleri perdeye yansıtsa kötü mü olur? Soruyorum size; baskıyı iliklerine kadar hisseden bu insanlar cesurca hareket ederken, neden bizim eli cebinde rahat insanlarımız hala bir çığlık olamadı?

*Karantina Dergisi 2. sayısında yayınlanmıştır

0 yorum:

Yorum Gönder