5 Ocak 2014 Pazar

El Kamerası Filmleri

 Lumeire kardeşler sinemayı keşfettiklerinde, ilk izleyicilerine sundukları şey, sabit duran bir kameranın fabrikadan çıkan işçileri çekmesiydi. George Melies bile kamerayı sabit tutarak piyes niyetinde filmler çekti. Fakat daha sonra Griffith geldi ve kameranın esasında hareket ettirilebileceğini gösterdi. Onunla başlayan kamera hareketleri önü alınamaz yerlere, enteresan ve bir o kadar muhteşem açılara yol gösterdi. Abel Gance'ın farklı açıları ve hareketleri ile başlayan bu serüven Orson Welles'in Yurttaş Kane'nin de devam etti, Tarantino'lara, James Cameroon'lara kadar geldi. Gravity filminde artık -daha önce de vardı tabii- kameranın makinalara bağlanıp pürüssüz hareketler elde edilebileceğini gördük. Kamera ile belkide binlerce şey denenmiştir. Fakat 1980'lerde kameraya çok farklı bir amaç yüklenebileceğini keşfetti yönetmenler; person of view, yani el kamerası filmleri yani found footage filmler.






 İlk olarak Cannibal Holoucast filminde yarı yarıya denendi bu bakış açısı. Filmin oyuncuları kamera ile konuşuyor, kamerayı tutan kişi esasında filmi çekiyor. Yani filmi bir yönetmen değilde, aramızdan biri çekiyormuş gibi. Daha sonra bu tekniğin denendiği çeşitli filmler oldu. Lakin bu teknik 2007'e kadar çok benimsenmedi. 1999 senesinde vizyona giren The Blair Witch Project, bizi found footage ile tanıştıran ilk film oldu belkide. Bir grup gencin ormanda kaybolması ve başlarına gelenleri sıradan bir video kamera ile kaydetmesi ve bu kaydın daha sonra başkaları tarafından bulunup film diye sürülmesine, sözde, found footage deniyor. Aynı örnek, hayatımıza bu tarzı resmen sokan Paranormal Activity filminde de görebiliyoruz. Kayıtlar, olaylar sonrası gelen polisler tarafından bulunuyor ve yayınlanıyor, sözde.

 Found footage filmler git gide artmakta. Bu teknik ya da bakış açısı yeni konular üretmeye, daha farklı filmler yapabilmeye imkan tanıyor. Sadece bu tekniği kullanarak film yapanların yanında filmin belirli bir kısmında bu tekniği kullananlar da yok değil. Dediğim gibi, bu teknik sayesinde farklı tarz filmler yapmak mümkün oldu. Öyle olunca, person of view filmleri bir nevi 2'ye ayrıldı. Kayıtların bulunup, yayına sürüldüğü Found Footage ve gerçek bir hikayeye dayanarak ona farklı bir bakış açısı getiren, habercilik tadında olan Mockumentary filmler.



  Şahsen bu tarz filmlerin sıkı bir hayranıyım. Ve yerinde kullanıldığında gerçekten ortaya çok güzel filmler çıkarılabileceğine inanıyorum. Bu tarz filmlerden birkaç örnek verelim mesela. Birincisi Blair Witch belki herkes tarafından bilinmez ama Paranormal Activity serisi artık içimize işledi, bir yerden sonra sıktı bile. Hatta bu hafta yenisi geliyor. Paranormal'i geçersek, bu tarzın diğer güzel filmlerine gelirsek ki bunların bazıları gerçekten severek izlendi; Paranormal ile aynı sene vizyona giren REC filmi. 

 




 Eminim ki çoğunuz bu filmi izlemiş ve tahminimce beğenmişinizdir. REC'in ardından, bence bu tekniğin en güzel kullanıldığı filmlerden biri çıktı; Cloverfield. Yıllarca çeşitli açılardan uzaylı istilası, Amerika'nın yıkılışını izledik. Cloverfield'da ise şehir yıkılırken, yıkımdan kaçan kişinin direk kamerasından izliyoruz filmi.

 




 Cloverfield sonrası ve öncesi tabii çeşitli filmler oldu bu teknikte. Çoğu pek kayda değer filmler değildi. Sırasıyla Rec 2, Paranormal Activity 2 geldi. Fakat bunların arasında çıkan bir film var ki mesela o da bilinen filmler arasına girmiştir bence; The Last Exorcism. Şeytan çıkarma ayinini bir de orada bulunan kişilerin kamerasından izliyoruz. Yoksa biz ne şeytan çıkartma filmleri izledik. Olay, orada bulunan kişinin çektiği şekilde görmekte. 

 




 2010'a kadar hep Found Footage tarzı filmler yapıldı. Ya da ben tümünü izleme şerefine ulaşamadım. Her defasında kamerada bir olay izlenir ve o kaydı çeken kişi ya ölür ya da kemarayı kaybeder, sonra biri bulur. 2010 senesinde André Øvredal bu çekim tekniğine başka bir tarzı kısmen getirdi; Mockumentary. Çektiği The Troll Hunter filminde, bir grup, ayı ölümlerini araştırmak için yola çıkar ama troll'ler ile karşılaşırlar. Film boyunca aldıkları kayıtlar daha sonra gelen kimliği belirsiz kişiler tarafından ele geçirilmeye çalışılır.

 




 Mockumentary filmlerin genel teması, gerçek bir hikayenin, senaryolaştırılmasıdır. Her zaman bir örtbas vardır. Anlatılan konular ya global ya da yöresel olarak bilinen şeylerdir ama esasında öyle değillerdir. Hep örtbas edildiği için öğrenememişizdir, film sayesinde de gerçeklere kavuşuruz, sözde. En basit örneklerden biri, ilk adam akıllı Mockumentary filmi olan The Tunnel'dır. Carlos Ladesma'nın ilk uzun metraj filmi olan The Tunnel, Avustralya'da kanalizasyonda yaşayan evsizlerin kaybolmaları üzerinedir. Sözde, hükümet o kanalizasyonda olanları örtbas etmeye çalışmaktadır, gerçeği öğrenmek isteyen bir grup gazeteci de kanalizasyonlara girerek haber yapma peşindedir. Sonrası Carlos Ladesma'ya göre o kanalizasyonun gerçekleridir ve gayet başarılı ve ürkütücü bir filmdir.

 




 Found Footage filmlere nazaran Mockumentary filmlerin olabilitesi çok yüksektir. Örnekler ile açıklayayım mesela bunu. Mockumentary filmler sözde halkı bilgilendirme amaçlıdır. Lions Gate'in yapımcılığını yaptığı The Bay filmi toplumu bilgilendirme, kendince bir gerçeği ortaya çıkarma peşindedir. Tabii ki böyle bir şey yok. Ama The Tunnel filmi gibi The Bay'de de yaşananların gerçekleşebilitesi çok yüksektir. The Bay filminde bir sahil kasabasının tüm tavuk pisliklerini -kakası- göle dökmesi anlatılır. Olay şu ki, tavuk pisliği inanılmaz derecede steroid içerir. Tonlarca pislik, yani tonlarca steroid suya döküldüğünde, suda yaşayan böceklerin gelişimi çok hızlanır. O kadar hızlanır ki balıkları yemeye hatta insanlara bile saldırmaya başlarlar. Mümkün mü? Mümkün. 

 




 Bir diğer örnek de The Dyatlov Pass Incident filmidir. 1950 yılında Rusya'da dağa çıkan 9 kişi esrarengiz bir şekilde ölü olarak bulunur. Bunun nedenini araştırmak için yola çıkan gençler ise onların yaşadığı olayların aynısını bire bir yaşar. Filmin teması, Philedelphia araştırmalarına yani ışınlanmaya dayanıyor. Mümkün mü? Mümkün. Bu araştırmayı bizzat Tesla ve Einstein yürütmüştü çünkü. Hatta gerçekleştiğini bile iddaa edenler var. Filmde, 9 dağcının yönetmene göre nasıl öldüğü anlatılıyor. 

 




 Ne kadar uyduruk da olsa mesela, The Banshee Chapter. CIA'in yaptığı araştırmalar sonucu kaybolan insanları araştıran genç bir gazeteci. Gördüğünüz gibi tema hep aynı. İnsanlık namına bir araştırma vardır, ama araştırılan şey hep örtbas edilmiştir, araştıran bunu tek tek ortaya çıkarır, genelde de sah kurtulur ve haberini yapar.

 




 El kamerası filmleri genelde korku veya gerilim filmi oluyor. Mesela İtalya'da tımarhanede yatan annesini ziyarete giden kızın hikayesini anlatan The Devil Inside... 

 




farklı bir sürü kısa filmlerden oluşan ve bana göre izlenmesi gereken dönemin en yaratıcı korku filmlerinden biri olan V/H/S serisi... 

 




yalandan hayalet programı yapan bir ekibin terk edilmiş bir tımarhenede geçirdikleri bir geceyi anlatan ve bana göre en korkunç found footaage filminde ilk 3'te olan Grave Encounters serisi gibi... 

 




 Farklı şeyler deneyen olmadı mı? Chronicle filmi süper güçlerini keşfeden 3 arkadaşın bunları kayda almasını anlatır. Bunu daha önce Heroes dizisinde Claire karakterinde de görmüştük. Süper gücünü keşfeden high schoolerlar hep kameraya alma gereği hisseder... 

 




 Mesela bu tarzın en ama en farklı örneği olan; Project X. Filmde ailesinin yokluğunda evinde parti veren Thomas'ın kontrolü kaybetmesi ve partinin çok fazla insan ile dolması anlatılıyor. Olayın içinden birinin kamerasından yüzlerce insanın bulunduğu bir partiyi izliyorsunuz. 

                   


Bu sene çıkan A Haunted House  mesela. Paranormal Activity ile dalga geçen ve belkide -benim izlediğim kadarıyla- el kamerası yapımı olan ilk komedi filmi.

 




 Bizim Türk sinemacılar da bu işe el atmazsa olmazdı. Bizde ilk olarak yapılan el kamerası filmi sanırım ADA - Zombilerin Düğünü filmi olsa gerek. Hasan Karacadağ da yaptı. Dabbe: Bir Cin Vakası filmi benim izlediğim ilk Türk el kamerası filmi oluyor. Maalesef Türk sinemasını çok takip etmediğimden ADA'yı hala izlemedim. Dabbe mi? Konusu tabii ki cinlere dayanıyor. Hasan Karacadağ başka ne yapacak?

 




 El kamerası filmleri birçok imkan sağlasa da çok büyük bir dezavantajı vardır ve izleyiciyi filmden soğutmaya kadar itebilecek bir dezavantajdır. Özellikle Found Footage tarzı olanlarda bu çok belirgindir. Kamerayı taşıyan kişi ölüm anında dahi hatta bir şey tarafından sürükleniyor, fırlatılıyorken bile o kamerayı elinden bırakmaz. Hadi Mockumentary filmlerden bunu bir nebze yedirirsin, kişi gazeteci olduğundan kamerayı bırakmaz istemez ama insan can havlinde bile çekim yapamaz ki be kardeşim? İşte Hasan Karacadağ buna bir nebze çözüm bulmuş ya da kolaya kaçtı da çözüm gibi durdu. Onun filminde kamera genel itibari ile elde taşınmıyor, evin güvenlik sistemini oluşturan kameralardan izliyoruz filmi. Yani film %70 sabit kameradan oluşuyor.



 Long story short... Point of View filmleri sinemaya bir sürü yenilik getirdi bence. Yönetmesi, çekimi belki daha zor, özellikle efekt yapanlar için, ama yeni ve enteresan konulara da imkan sağladığı aşikar. Yapabileni var yapamayanı var o da aşikar. Yapabilen de bunun hakkını veriyor ve ortaya izlemesi çok güze filmler çıkıyor. Misal 2014 senesinde Devil's Due adlı yeni bir el kamerası filmi gelecek. Sabırsızlıkla beklediğim filmlerden biridir. Yazımı bitirmeden önce de şunu diyeyim; bu teknik esasında açılı filmlere nazaran daha etkilidir ama dediğim gibi kullanılabildiğinde. Çünkü açı olmadığından bizi olayın içine sokarlar. Onlar ne görüyor ise bizde sadece onu görebiliyoruz filmlerde. Bu da bizi filmin bir parçası yapıyor bence. Bir de son olarak İspanyolların Emergo adlı filmini de izleyin...



1 yorum: